Şirketler Toplum Yararına Çalışan Kuruluşlardan Ne Öğrenebilir?
17 Ağustos 2011 2011-08-17 17:09Şirketler Toplum Yararına Çalışan Kuruluşlardan Ne Öğrenebilir?
Şirketler Toplum Yararına Çalışan Kuruluşlardan Ne Öğrenebilir?
İş hayatına başladığım yıllarda kâr amacı gütmeyen vakıf, dernek gibi kuruluşları devlet dairelerine benzetirdim. Bana göre hepsi verimsiz çalışan, zaman baskısı hissetmeyen, hedef bilincinden uzak kuruluşlardı.
Buna karşılık şirketler kâr etmek amacıyla daha hızlı, daha verimli, daha etkin iş yapıyordu. Kâr etme dürtüsü şirket sahiplerini kamçılarken, performansa göre ödüllendirme sistemi çalışanların verimini artırıyordu. Herkes kendi çıkarının peşinde koşarken sistemin bütünü daha iyiye doğru gidiyordu. Üniversitede öğrendiğim Adam Smith’in “görünmez el” kavramının ne demek olduğunu anlıyordum. Kâr etme dürtüsü bütün sistemi toparlayan sihirli bir güçtü sanki.
Özel sektör şirketleriyle kâr amacı gütmeyen sivil toplum kuruluşları siyahla beyaz gibi iki ayrı dünya gibiydi benim gözümde. Derneklerin ve vakıfların hedef bilinciyle daha verimli ve etkin çalışmak konusunda şirketlerden çok şey öğrenmeleri gerektiğini düşünürdüm.
Fakat zamanla bu iki dünyanın siyahla beyaz kadar birbirinden farklı olmadığını anladım. Şirketlerin benim zannettiğim kadar etkin olmadığını, verimsizliğin özel sektörde de kol gezdiğini gördüm.
Üstelik sadece kâr amacıyla iş yapmanın şirketler için mükemmel bir pusula olmadığını anlamaya başladım. Evet, kâr amacı gütmek verimlilik, hedef bilinci ve performans yaratan itici bir güçtü ama tek başına hiç de yeterli değildi. Sadece kâr amacı gütmek doğaya ve topluma karşı çok hoyrat bir düzen yaratıyordu.
Diğer taraftan işlerini çok iyi yapan sivil toplum kuruluşları olduğunu fark ettim. Eğitim, sağlık, çevre, kadın-erkek eşitsizliği gibi konularda bazı dernek ve vakıfların toplumsal konuları ele almada, kendi davalarını anlatmada, davalarına yoldaş bulmada ne kadar etkin ne kadar başarılı olduklarını gördüm. Kâr etme dürtüsü olmadan da bu vakıf ve dernekler olağanüstü işler yapıyorlardı.
Vakıf ve derneklerin dünyası “iyilik” üzerine kuruluyken şirketlerin dünyası “kâr” üzerine kuruluydu. Şirketler toplumsal konulara duyarlı olmayı iş hedeflerinden ayrı bir “hayırseverlik” faaliyeti olarak görüyordu. Genellikle bu işler “kurumsal sosyal sorumluluk” projeleri olarak bir halkla ilişkiler firmasına havale ediliyor ve şirketin esas faaliyetlerinin dışındaki işler olarak görülüyordu.
Ancak artık bu anlayış değişiyor. Bugün artık şirketler de kendi çıkarları kadar toplum çıkarını düşünmek zorunda. Toplum artık onların daha sorumlu davranmalarını bekliyor.
Bugün eğer dünyanın daha iyi yaşayacağımız, daha adaletli, daha huzurlu bir yer olmasını istiyorsak “işe” ve “iyiliğe” bakışımızı değiştirmemiz gerekiyor. Sorunlarımız sadece devletlerin ve sivil toplum kuruluşlarının üstesinden gelemeyeceği kadar büyük. Şirketler ise artık devletler kadar güçlü. Bundan böyle şirketlerin topluma ve çevreye duyarlı olmayacağı bir dünyada yaşamak mümkün değil.
Önceleri yalnızca emekliler, ev kadınları gibi aktif olarak çalışmayan kesimlerin katılımıyla faaliyetlerini sürdüren STK’ler bugün gençlerin, çalışanların ve girişimcilerin katılımıyla daha “profesyonel gönüllülük hareketlerine” dönüştü. Bundan böyle sivil toplum kuruluşlarıyla şirketlerin birlikte çalışmaları daha sık karşılaşacağımız bir uygulama olacak. Kâr amacı gütmeyen sivil toplum kuruluşlarının (STK) önemi daha da artacak.
Bugün bazı öncü şirketler dernek ve vakıflara sadece maddi yardımlar yapmakla kalmayıp “sosyal sorumluluk” anlayışı çerçevesinde sivil toplum kuruluşları ile ortak projeler üretiyor. Bu şirketler aynı zamanda kendi çalışanlarının da projelere gönüllü olarak katılmasını destekliyor.
Hiçbirimiz tek başımıza yaşayamayız, tek başımıza mutlu olamayız. Başkalarının sorunlarına duyarlı olmak, onları dikkate almak bizim insan olarak “sosyal bir varlık” olmamızdandır. Empati, bizim genetik kodlarımıza işlenmiştir. Bu nedenle sadece kendimizi değil “diğerini” de düşünmek bizim için bir ihtiyaçtır. Biz bu ihtiyacımızı tatmin ettiğimiz zaman kendimizi içinde yaşadığmız topluma “ait hissederiz.” Eğer yaşadığımız ortama “ait” olamazsak hayatımız “anlamsızlaşır.”
Hepimiz başkalarının hayatlarını olumlu yönde etkileyecek bir güce sahibiz. Sadece parayla değil; insan zamanını ve ilgisini vererek bilgisiyle, uzmanlığıyla fark yaratabilir.
Florence Nightingale hemşirelik alanında, Helen Keller görme ve işitme engelliler alanında, 2006 Nobel ödüllü Muhammed Yunus dar gelirlilere mikro kredi sistemini kurma alanında müthiş değişimler başardılar. Onlar bu başarıları parayla gerçekleştirmediler. Kendilerine bir görev (misyon) edinmişlerdi ve bunu gerçekleştirmek için savaştılar. Bu insanlar toplumsal bir sorunu kendilerine “dert edindiler” ve bu sorunu ortadan kaldırmayı bir “dava” olarak gördüler.
Sosyal girişimciler, insanların tutkuyla bağlanacakları “davaları” bulma, bir amaç etrafında örgütlenme, gönüllü insanları kendilerine çekme konusunda son derece başarılıdırlar.
Peter Drucker’a göre sivil toplum kuruluşlarının çok önemli bazı üstünlükleri var:
- Misyonlarını çok iyi tarif ediyor ve bunu çok iyi anlatıyorlar. Misyonları duvarda asılı “güzel sözler” olarak kalmıyor. Misyonlarına uygun yaşıyorlar.
- Parayı işlerinin merkezine yerleştirmiyorlar. Şirketlerin aksine para onlar için bir araç; kesinlikle bir amaç değil.
- Kısıtlı kaynakları israf etmemek konusunda şirketlere kıyasla daha titizler.
- Misyonlarının gerektirdiği organizasyon yapıları kuruyorlar. Proje ekipleri oluşturmak ve iş bittiğinde bu ekipleri dağıtmak konusunda çok ustalar. Şirketlere kıyasla daha esnek yapılar kurabiliyorlar.
- Sivil toplum kuruluşları para için değil “davaları” için çalışıyorlar. Çalışanlar gönüllülük ruhuyla ve yüksek motivasyonla çalışıyorlar. Yaptıkları iş onların hayatına anlam katıyor.
- Misyonları gerçek bir pusula olduğu için, akılları karışık değil. Ellerine kaynak geçtiği zaman yaptıkları işi “çoklamak” için gayret gösteriyorlar. Özel sektör şirketleri gibi bilmedikleri alana yatırım yapıp paralarını israf etmiyorlar.
- Çalışanlarını çok iyi eğitiyorlar, bu eğitimi sadece teorik değil pratik uygulamalarla destekliyorlar.
- Yönetim kurullarını iyi çalıştırıyorlar. Yönetim kurulunda yer alan insanlar ya para veren bağışçılar ya da konuyla gerçekten ilgilenen kişiler olduğu için hem hedef vermek hem de hedefleri gerçekleştirmek için yönetime destek oluyorlar.
- Kullandıkları kaynaklar bağışçılardan sağlanan kaynaklar olduğu için “hesap vermek” onlar için çok doğal. Şirketlerin çok zorlandıkları bu konuda onlar gönüllü bir davranış içindeler.
Bütün dernek, vakıf ve meslek kuruluşları iyidir ve başarılıdır demek istemiyorum elbette; ama işini çok iyi yapan, gerçek anlamda fark yaratan başarılı sivil toplum kuruluşları var. Bunların her biri özel sektör liderlerine ilham verecek iyi örnekler.
Bu başarılı kuruluşladan öğreneceğimiz çok şey var. Onların bir misyonları etrafında birleşme becerilerine, çalışanları motive etme yöntemlerine özel sektör liderleri gıptayla bakıyorlar.
Sivil toplum kuruluşları bize “misyon odaklı” marka yaratma yollarını çok iyi anlatan birer örnek.
Temel Aksoy